• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Site Menüsü
Site Haritası

Ahi Şatır Hacı Mustafa



KUŞADASI AHİLERİNDEN ŞATIR EL-HAC MUSTAFA

 
                                  
Kuşadası’nın en eski mahallelerinden biri “ Türkmen mahallesi “ dir. Kentin Öküz Mehmet Paşa tarafından 17. yy başlarında kurulmasıyla surlarla çevrili “ kale içi “ mahallesi, Evliya Çelebi’nin 1671 yılında kentimizi ziyaret ettiği dönemde sur dışına taşan mahallelerle büyümüştü. Ünlü gezginimiz seyahatnamesinde “ Bayırlar üzere bağlı-bahçeli ab-ı revanlı kargir ve metin sarayı aliler ile arasta ve hadıka-i mahsuldar ile piraste bir şehirdir kim cümle dokuz mahle[1] ve dokuz mihrabtır. “ diye tarif etmektedir. Ünlü gezgin Kuşadası’nı 17.yy sonlarında; sulak arazileriyle verimli bağları ve bahçeleri, dokuz mahalleli ve dokuz camili, çarşılılarıyla ve kargir evleriyle güzel bir şehir diye anlatmıştır.
                                  
 Kurulduktan bir süre sonra şehrin banisi Öküz Mehmet Paşa;  çeşitli vergi indirimleri ile şehri korumak ve kale içinde ikamet etmeleri şartıyla “ Kütahya Türkmenleri “ni getirtmişti. Oğuz Türklerinin “ Salur[2] boyuna bağlı Bozkuş ve Kılcan Aşiretleri “ 16. yy dan beri  Kütahya civarında yaşamaktaydılar. Bu “ konar-göçer “aşiretler sürüleriyle birlikte Kuşadası kalesini korumak ve şehri Türkleştirmek için iskân edildiler. Bu aşiretlerin ahalisinin bir kısmı hayvan sürülerinden elde edilen derileri işleyecek “ ahiler “ idi. Türkmenler, kale içinde yaşadılar ancak sürülerini surun hemen dışındaki “ Türkmen deresi” nin kenarındaki ağıllarda muhafaza ettiler. Bir süre sonra ise dere suyundan yararlanıp “ tabakhaneleri” ni kurdular,  “ debbağlık ve sahtiyanlık “ mesleklerinin Kuşadası’nda temellerini attılar.
                               
Esasında Kuşadası o zamanlar “ Anya-namı diğer Kuşadası “ diye Osmanlı kayıtlarında geçmektedir. Anya hakkında bilgi ilk olarak 1. Murad’ın tahta çıkmasının ardından 1421-1438 tarihleri arasında düzenlenen “ mufassal tahrir[3] defteri ”nde bulunmaktadır. Bu tahrire göre;  Anya’da 59 hane vardır. Fatih Sultan Mehmet devrinde 1450 yıllarında ise , Anya köyünde “ Ahi Mehmed”  isimli bir zat yaşamıştır. Bu zatın ismi “ Tırha köyü”  kayıtlarında geçmektedir. Bugün Soğucak ’ta bulunan ve harap olmuş Osmanlı mezarlığı ve harabe ahi Mehmet zaviyesine ait olmalıdır. Günümüzde Kuşadası’ndan yaklaşık 10 km uzakta olan “ Soğucak karyesi “ nde büyük bir çiftlikte sürülerle davarlar beslenmektedir. 
Aradan geçen seksen yıl sonra Anya kaza haline gelmiş ve buraya bir Osmanlı kadısı atanmıştır. Kaza olması ile birlikte kadının sorumluluk alanı da genişlemiştir.  
                                     
Osmanlı kayıtlarına göre, 1530 yılında Anya’da 52 hane vardır. Bu karyede Ahilerin olduğunu ve “ haftada bir pazar kurulduğunu”  biliyoruz.  1575 tarihli sayımda ise  ayni çiftlikte 82 nefer  vardır. Kanuni dönemindeki TT-87[4] nolu deftere göre “ Anya Ayasuluk’ a bağlı bir köydür. Bu defterdeki kayıtlarda ; “ 35 mücerret, 6 çift, 3 kara, 16 nim çift ve 25 bennak “ vardır.  Seyyah Weigand Davutlardan, Söke’ye gelirken Anya’dan geçmiş burada Türklerin yaşadığını söylemiştir. Daha öncede belirttiğimiz gibi Osmanlı arşivlerinde bulunan TD-T 806 nolu 1656 Avarız defterinin  231. Sayfasında “Anya-nam-ı diğer Kuşadası“ ismi tekrarlanmaktadır.  Belgelerden de anlaşıldığı gibi Kuşadası kenti Öküz Mehmet Paşa tarafından kurulmadan önce Anya karyesi kurulmuş, ahiler burada bir zaviye açmış, Türklerin Orta Asya’dan-Anadolu’ya getirdikleri “ davar sürüleri” nden elde edilen ve binlerce yıldır süren “ geleneksel dericilik mesleği”  işlerlik kazanmıştır. 
                                   

Ahilik, “ Ahi Evran”  tarafından Anadolu’da 13. yüzyılda kurulmuştur. Başlangıçta sadece Anadolu topraklarında, daha sonraları ise, Osmanlı Devleti’nin hemen her tarafına yayılmıştır.  19. yy dek Anadolu’da Balkanlarda ve Türkistan'da yaşamış olan Türklerin “ sanat[5] ve meslek alanlarında yetişmelerini, ahlaki yönden gelişmelerini sağlayan, belli kurallara bağlı olarak faaliyet gösteren esnaf ve sanatkârlar birliğini” ;  yani siyasi, sosyal, iktisadi ve dini ahlaki bir kurumu ifade etmektedir. Ahilik teşkilatının kurulması Anadolu’nun “Türkleşme-İslamlaşma”  dönemi sırasında başlamış, Moğol tehlikesinin Anadolu’da baş göstermesiyle devam etmiştir.  
                               
Ahi Evran, Baba İlyas, Mevlana Celaleddin Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli  “ gibi önemli Türk uluları değişik sahalarda etkin faaliyetler göstererek Türk boylarını birleştirmiş ve Moğol tehlikesine karşı siper olmuşlardır. Bu tehlike karşısında Ahi Evran cesareti ve aklıyla baş öncü olmuş , “esnaf ve sanatkârları bir birlik etrafında toplayarak sanat ve ticaret ahlakını, üretici ve tüketici menfaatlarını güven altına almayı” ve bu vesile ile “kötü politik ve ekonomik atmosfer içinde, onlara yaşama ve direnme gücünü vermeyi” amaçlamıştır.  Ahilik, Moğol sürülerinin Anadolu’daki istilasına son veren, Anadolu Türk boylarının direncini kuvvetlendiren ve neticede  Moğol ordularının  Anadolu’yu terk etmesine vesile olan Ahi Evran liderliğindeki bir “ Türk esnaflar ve sanatkarlar teşkilatı” dır. “ Ahi[6] Evran, işe”  debbağ, ayakkabıcı ve saraç esnafını “ toplayıp örgütlemekle başladı. “ Üstün becerisi, ahlaki sağlamlığı ve hakseverliği “ ile büyük bir şöhret ve saygı topladı. Kurduğu örgütün başkanı “Ahi Babası” oldu. Bir süre sonra “ Otuz iki (32) kola ayrılan deri işçiliği” , zamanla Anadolu’da, Balkanlar’da ve Kırım’da gelişmiş geniş bir esnaflar örgütü haline gelmiştir.
                                  
Ahilerin 14. yy sonlarından itibaren Batı Anadolu bölgesine gelip yerleştiklerini ve “ Aydınoğlu Beyliğinin sınırları”  içinde çalıştıklarını bilmekteyiz. “ Aşık paşazade “ Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında faal rol oynayan dört kuruluştan bahsederken Ahilerden,  “ Ahiyan-ı[7] Rum”  diye söz etmiştir. Osmanlı Beyliği özellikle Ahilerin desteğini sağladığı için kısa sürede gelişmiştir. “ Osman Gazi” ye ilk defa padişahlığı ve devlet kuruculuğunu müjdeleyerek onu bu yola yönelten zaviye sahibi bir Ahi lideri olan “ Şeyh Edebali”  olmuştur. Osmanlı devletinin 15. yy da Anadolu’da Türk Birliğini yeniden sağlaması sonucunda Ahiler lonca sistemiyle esnaf teşkilatın içinde teşkilatlanmışlar ve imparatorluğun her eyaletinde mesleklerini icra etmişlerdir.
                             
Böylece 17.yy başlarından şehrin Öküz Mehmet Paşa tarafından kurulmasıyla birlikte Ahiler , “ Türkmen mahallesinde lonca sistemiyle “ teşkilatlandılar. “ Tabaklık, saraçlık, kunduracılık, sayacılık, palancılık “ , gibi deri işleme zanaatlarının kentimizde gelişmesini sağlayarak Kuşadası ekonomik hayatına önemli katkılarda bulundular.  Türkmen deresi kenarında”  deri işleme atölyeleri-tabakhaneleri”  ve “ kurşunlu han civarında”  ise dükkânları vardı.  Kuşadası’ndaki Ahilerinde zaman içinde bir vakıf kurdukları ve bu vakıf ile hayrat yaptırdıkları Osmanlı arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır.
                                   
Batı Anadolu’da, Kuşadası Osmanlı döneminde küçük bütçeli de olsa Ahiler tarafından kurulan vakıflar vardır. Bunlar genellikle yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak için “ yol kavşaklarında, ıssız bölgelerde ve dağ başlarında”  kurulan zaviyelerin masraflarını karşılamak için tarım alanlarından elde edilen hâsılatlarla kurulan küçük vakıflardır. Kuşadası ve Güzelhisar sancaklarına tabi Ayasuluk’da “ Ahi Osman[8] ve Ahi Çuha zaviyeleri,”  Bozdoğan’da ise “ Ahi Yuvaş, Ahi Şatır ve Ahice zaviyeleri” , Tire’ de “ Ahi Hacı, Ahi İsrail zaviyeleri” , Birgi’de ise “Ahi Mahmud zaviyesi” en tanınmış  ahi vakıflarının kurdukları hayratlardır.
                             
Kuşadası’na dericilik mesleğini Ahilerin getirdiği,  asırlarca kentimizde tabakhanelerin ürettiği derilerin hem yurt içinde, hem de yurt dışına gönderildiği bir vakıadır. Osmanlı döneminde Kuşadalı tabaklarının ürettikleri derilerin çok revaçta olduğu ve en önemli alıcısının da İstanbul olduğu kayıtlarda yazılıdır. Osmanlı arşivlerinde “ Kuşadalı debbağların “ ürettikleri “ siyah lök [9]sahtiyan” derisinin çok rağbet gördüğünü ve hiç yere satılmadan direk İstanbul’a gönderilmesi istenmektedir. 29 Safer 1230/ 10 Şubat 1815 tarihli Osmanlıca arşiv belgesinde “ Şumnu ve Kuşadası’nda debbagat olunan lök siyah sahtiyanın Eflak, Boğdan ve sair taraflara gönderilmeyip cümlesinin İstanbul'a gönderilmesi” emredilmektedir.
                          
Gene Osmanlı arşivlerinde rastladığımız ve arşivimize aldığımız bir diğer belgede ise; dericilikte çok kullanılan ve Kuşadası ormanlarından temin edilen“ palamut” ağacının meyvesinden bahsedilmektedir. Palamut meyvesinin, “  özü deriye sağlamlık ve su geçirmeme özelliği kazandırdığından “ Osmanlı döneminde tabakhanelerde çok sık kullanılmaktaydı. Deriyi tabaklamada kullanılan palamut özü  “ meşe ağacının “ anavatanı olan Anadolu’da yaşayan çok sayıda orman köylüsünün [10] ve tüccarının  asırlarca geçim kaynağı olmuştur. Maalesef bu doğal ürün daha sonra ortaya çıkan kimyevi ürünlere olan talebin artmasıyla unutulmuştur.
                            
29 Şaban 1234 [11]/ 23 Haziran 1819 tarihli bu belgenin ise açıklaması şöyledir. “Yedikule, Eyüp, Kasımpaşa, Tophane ve Üsküdar'daki debbağhanelerde kullanılan palamut Kuşadası’ndan gelmekte ve bununla yapılan kösele ve meşinlerden miri ihtiyaç temin edildikten sonra halka dahi satılmakta bulunduğundan ve Kuşadası’ndan ise palamut aher mahalle sevk edilip bu mahsulün piyasada terfiini ve ihtikârı mucip olduğundan debbağ esnafının müracaatları üzerine Kuşadası’nda palamudun tahsisen İstanbul'a sevkine dair naip ile voyvodaya hüküm “  yazılmıştır. Bu iki belgeden anladığımız Kuşadası’nda deri tabaklamada kullanılan meşe palamudu kentin hudutları içindeki ormanlardan temin edilmekte ve Kuşadası debbağları da tabakhanelerinde çok kaliteli deri mamulleri üretmektedirler.
                         
Osmanlı devletinde dericilik “ Fatih “ zamanında önemli bir sanayi kolu haline gelmiş, İstanbul fethedilince Zeytinburnu “ Kazlıçeşme “ bölgesinde ilk tabakhaneler açılmış,  “ Yavuz Selim “ devrinde ise burası da yeterli olmayınca “ Yedikule, Eyüp, Kasımpaşa ve Üsküdar semtlerinde”  de yeni tabakhaneler devreye alınmıştır. İmparatorlukla birlikte İstanbul nüfusu artmış ve “ salhanelerde-mezbahalarda “ her gün binlerce küçükbaş ve büyükbaş hayvanlar kesilerek “ pay-i taht “ın et ihtiyacı karşılanmıştır. Bu kesimlerden elde edilen “ ham derilerde “ tabakhanelerde işlenerek mamul deri haline getirilmiştir.               
                                 
Osmanlı imparatorluğu zamanında yönetim ve sanat merkezi olan sarayda derinin çok geniş bir kullanım alanı bulunduğu ve deriden yapılan her eşyanın sanatsal boyuta ulaştığı bilinmektedir. Bu dönemde; “ kunduradan[12], cilde, saka elbisesinden askeri teçhizata”  kadar binlerce kullanım alanı bulan deri, Osmanlı Türkleri’nin günlük yaşantılarına tam anlamıyla girmiştir. Osmanlı döneminde hayvanlardan elde edilen deriler, çeşitli merkezlerde organize bir biçimde çalışan tabakhanelerde en iyi şekilde değerlendirilmiştir. Osmanlı devletinin geniş sınırları içinde bir taraftan “ ayakkabı, saraciye vb.”  imal edilirken  diğer taraftan da sürekli seferde olan ordunun “ koşum, eğer, çizme, bot, sadak ”  gibi ihtiyaçları da  hiç aksamadan tedarik edilmiştir.
                                
Kuşadası tabakhaneleri de cumhuriyetimizin ilanından önce ve sonra kentimize gelir getiren önemli sanayi kollarından biri olmuştur.  “ Türkmen deresinin aşırı kirlenmesinden”  ve “ kale içi mahallesindeki pis kokudan”  rahatsız olan ahalinin şikâyeti üzerine tabaklar kendi isimleri ile anılan “ tabakhaneler sokağı “ na taşındılar. Burada deriler genellikle deniz kenarında doğal tuzlu deniz suyu ile yıkanmaya başlandı. 1890 yıllarda Kuşadası’nda “ 22 tabakhane”  mevcuttu.  “ Girit adası [13] ve Balkanların “ kaybından sonra çok sayıda “ Türk debbağ”  Anadolu’ya göç etti, bunlardan bir kısmı Kuşadası’na yerleşti ve mesleklerine burada devam etti. İstiklal savaşından sonra 1922 de, “  Kuşadası Rum tabakları”  ilçeyi terk etti ve yerlerini Türkler doldurdu. 1926 nüfus sayımında “ 8, “ 1929 yılında ise “ 9 adet tabak hane “ faaliyette idi.
                            
1933  sayımında ise Kuşadası’nda 4, Selçuk ta ise 1 tabakhane vardır ve yılda “ 2000-4000 adet ham deri”  işlenerek  çoğu yurt dışına ihraç ediliyordu. 1940-1950 li yıllarda ise gelişen nüfus ve ekonomik hareketlere paralel olarak”  25 deri işleme atölyesinde 125 kişi  istihdam “ edilmekteydi. 1937 yılında kentin gelişmesine ayak uyduran tabakhaneler “ Akıncılar caddesinden (bugünkü İnönü bulvarı )Akyarlar mevkiine”  taşındı ve buradan da 1968 yılında Kuşadası belediyesi kararı ile “ Kirazlı yolu üzerindeki Eşek cehennemi mevkiine” , Kuşadası mezbahanesi’nin yanına taşındı ve son tabak “ Tuğrul Kutucu  “ nun mesleği bırakması ile Kuşadası debbağlığı da sona erdi.  Bütün bu veriler 14.yyda Batı Anadolu’da, 15.yy da Anya’da ve 17.yy da Kuşadası merkezinde başlayan dericilik zanaatını “ ahiler “ başlatmış ve Girit adası ve balkanlardan gelen “ muhacirler “ devam ettirmiş ve onların torunları sonlandırmıştır.
                                      
Kuşadası’nda Tabakçılık mesleğini başlatan, ham derileri işleyerek Osmanlı ülkesinin her bölgesine satan ve hatta  19.yy ortalarından itibaren  Avrupa’ya ihraç eden Kuşadası debbağlarından “ Ahi Şatır Hacı Mustafa “ Türkmen mahallesinde 18. yy ortalarında “ Ahi Şatır El-Hac Mustafa Cami-i Şerif Vakfı “adıyla bir vakıf kurarak bu mahallede bir cami ve müştemilatını inşa ettirmiş ve vakfetmiştir. Bu vakfın mülkleri arasında kayıtlarda sadece “ bir cami”  yer almasına rağmen, bu vakfa gelir getirmesi amacıyla vakfedilen “ birkaç tane dükkân “ veya”  mukataa-kiralık “  akarlarında olması gerekirdi. Bilinmeyen veya yok edilen kayıtlardan dolayı, bu akarların bazı kişi veya kurumlar tarafından gasp edildiğini düşünüyoruz. Zira arşivimizdeki Osmanlıca belgede yazdığına göre camide yani “  Türkmen cami “ nde”  imamet ve cuma vaizliği “ kadrolarına bu vakıftan ücret ödenmektedir.
                                        
Buna ilaveten; gene Osmanlıca belgenin tercümesinden çıkardığımız sonuca göre, Türkmen camisini ve imamın ikametine tahsis edilen müştemilatı yaptıran, kadroların ücretlerinin ödenmesi için gelir getiren mülkler bırakan “ Ahi Hacı Mustafa “Topkapı sarayında padişahın hizmetinde bir görevlidir.  Bugünkü Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’na eş değerde olan “ solaklar “ kıtasında görevli, oldukça dolgun gelire sahip olan“ şatır “rütbesi taşıyan bir subaymış. Konunun daha iyi anlaşılması ve burada Türkmen camisinin bazı gelir getiren mülklerinin de gasp edildiğini kanıtlamak amacıyla belgenin tercümesine hemen göz atalım
                              
“  Kullarının isteği şudur ki; Kuşadası Türkmen Mahallesinde bulunan hayır sahiplerinden merhum Şatır El Hac Mustafa’nın yaptırdığı cami şerifte tedrisat ve cuma vaizliği görevini yapan, ücretini de merhum Şatır El Hac Mustafa Cami Şerif Vakfından alan Eş-Şeyh El Hac Mustafa ölmüştür. Yukarıda adı geçen camideki iki görev yeri boşalmıştır. Bunun için buraya en uygun kişi halen Kuşadası’nda yaşayan Hafız Mehmed Efendidir. Bu görevlerin kendisine verilmesi için bir berat verilmesi hususu yüce makamınızdan istenmektedir. Bu hususta emir ve ferman makamınızındır. Bu yazı 15 Ramazan 1206 da yazıldı. “
                                    
15 Ramazan[14] 1206 / 7 Mayıs 1792 tarihli İstanbul’a yazılan yazıda,  camide görevli imam ve cuma vaizi “ Şeyh Hacı Mustafa “  vefat etmiş ve yerine “ Hafız Mehmet Efendi “ adlı birinin getirilmesinin en uygun kişi olduğu teklif edilmektedir. Belgede çok açık bir şekilde belirtildiğine göre ölen “ merhum imam /vaiz “ in ücretleri vakıftan karşılandığı gibi,  yeni teklif edilen “ imam/vaiz ”in ücretleri de ayni vakıftan karşılanacağının altı çizilmektedir. Bunun içinde İstanbul’dan bir “berat-yazılı emir “ talep edilmektedir. Bu da “ Türkmen Ahi Şatır Mustafa Cami Şerif-i Vakfı” nın Kuşadası veya yakın bir mahalde gelir getiren mülklere sahip olduğunun kanıtıdır.
                                     
Osmanlı’da bir vakıf kurulurken “ vakfiye “ adı verilen “vakıf senedi” ayrıntılı bir şekilde vakfı kuran kişi tarafından yazdırılır, vakfı kimin yöneteceği “ mütevelli “ isim olarak verilir, bu vakfın hangi hizmetleri ifa edeceği en ufak ayrıntılarına kadar belirtilir, bu hizmetleri yapacak kişilerin ücretleri tespit edilir ve giderleri karşılamak için akar adı verilen “ menkul ve gayr-i menkullerin “ sayıları, yerleri ve nitelikleri tarif edilirdi. Daha sonra iki suret olarak o yerin  “ kadı” sına verilir, kadı İstanbul’a gönderir, vakıflara bakan “ Galata kadısı”  bu iki sureti dikkatle inceler, divana sunar ve padişah onayından sonra vakıf senedinde yazılanları başta padişah olmak üzere kimse değiştiremezdi. Zira bu vakfa ait mallar artık “ Allah’ın mülkü  “ idi.
                                 
Vakıf” , menfaati insanlara ait olmak üzere bir nesneyi “ gayrimenkul-menkul”  Allah’ın mülkü olarak saklamak cümlesiyle tarif edilmiştir. Bu tanımlamada iki temel unsur bulunmaktadır.[15] ; Birincisi   herhangi bir ayrım yapılmaksızın topluma hizmet sunma” ; ikincisi ise ; “ Allah’ın mülkü olmak kavramıyla her türlü müdahaleden korunarak devamlılığının”  sağlanmasıdır. Topluma doğrudan dinî ve sosyal hizmetler sunan vakıflara tahsis edilen “ han, hamam, arasta, dükkân, ev, arazi ve nakit para”  gibi gelir kaynaklarıyla vakıflar, toplum hayatını kolaylaştıran, istihdam imkânları oluşturan kuruluşlar haline gelmiştir. Çağdaş devletlerde bütçenin arslan payını alan “ eğitim, sağlık, bayındırlık ve kültür alanlarında”  Osmanlı’da devlet bütçesinden herhangi bir tahsisat ayırılmadan bu hizmetler vakıflar yoluyla gerçekleştirilmiştir. Vakıfların yönetiminde; “  mütevelli (yönetici), nâzır (müfettiş) ve câbî (tahsildar) ve kadı (denetleyici)”   doğrudan söz sahibidirler.
                               
Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere bir vakıf malına el koymak,  gasp etmek ve gelirlerini hortumlamak Osmanlı kuruluş, yükselme ve duraklama dönemlerinde “ tek mutlak güç”  olan padişahın bile yetkisinde değildir. Bir vakıf tesis edildiğinde onu yaşatmak için devlet bile asırlarca müdahale edemedi.  Çünkü başta “ padişahlar, valide sultanlar, vezir-i azamlar, vezirler, beylerbeyleri, zengin zümre ve vb.”  Osmanlı üst gelir tabakası “ vakfiyeler” kurmak ve mülklerini bu vakıflara bağışlayarak topluma hizmet etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. “ Halka hizmet etmek, Hakk’a hizmet etmek “ onların hayat felsefeleri ve varlık sebebiydi.  Bazı vakıf kurucuları ise kendilerinden sonra gelen nesillerin bu vakıfları yaşatanlarına“ dua “, vakıfları yok edenlere ise “ beddua “ etmişlerdir.
                          
Bu vakıfları nesiller boyunca yaşatanların dualara gark olmaları için güzel bir örnek verelim.  II. Sultan Beyazıt vakfiyesinin dua bölümünde şunlar yazılıdır.  “ Her kim vakfın baki kalmasına ve yaşamasına caba gösterirse, dünyada iyilerden sayılıp, ahirette güzel ecir ve bolca sevaba layık olur. Bu itibarla ebedi devlet ve sonsuz mutluluk o kişinindir ki, hiç bir Müslüman vakfının yıkılmasına veya İslam’a aykırı olarak kullanılmasına kasd etmesin ve ettirmesin; edenlere gücü yettiği kadar engel olsun ve haklarından gelsin; arzu ve isteği devamlı olarak vakfın baki kalması ve sebatı ile, ihtiyaç halinde onarımına ve gelirinin artırılmasına yönelik olsun. Bu tur davranış ise, büyük bir nimet olup, Allah’ın yardımı ve muvaffak kılmasıyla meydana gelir.
                                          
 Allah’a hamdolsun; vakıf[16] Sultan Hazretleri’ne müyesser olmuştur ki o, bütün Müslümanların vakıflarını baki ve sabit kılmıştır. Öyle ki o, kesinlikle bir vakfın değiştirilmesine ve iptaline imkan vermez ve hiç bir kimseye vakfı iptal ettirmez. Allah Teala o’nun ömrünü devamlı ve saltanatını kararlı kılsın. Mutluluğuna vesile olacak ihsanı bütün insanlar üzerinde uzansın. Sonu hayır ve güzel olsun. Bu vakfiyeye baktıkça vakıf Sultan Hazretlerine , dua eden Müslümanın, dünyası sağlık ve huzur, ahireti rahmet ve sürurla dolsun
..”   Ne güzel bir dua değil mi ?
                                   
Bir de vakıf mallarına dadanan, onları üzerine geçirip yok eden, gelirlerini hortumlayan veya çar çur edenlere edilen beddualardan bir örnek verelim. Tarihte muhteşem Süleyman lakabıyla tanınan Kanuni Sultan Süleyman Han Vakfiyesinin beddua kısmında şunlar yazılıdır.  Her kim vakfın şart ve kurallarının bozulmasına yönelirse, şer-i şeriften(İslam hukukundan, adaletten), çıkmış ve haddini aşmıştır. Hazret-i Allah’a inanıp, ilahi kitapların indirilmesi ve peygamberler gönderilmesini muhakkak bilip, kıyamet günündeki sual, cevap, sırat, mizan, haşir ve hesap ile İslam dinindeki iman edilmesi gereken diğer hususlara iman eden dindar ve şuurlu Müslüman olan bir kimse, sözü gecen vakıfların sıhhat ve lüzumunu muhakkak bilip, kaydedilmiş ve lüzumuna hüküm edilmiş olduğunu tasdik ederek, yasal şart ve kayıtlarının değiştirilmesine yeltenmesin Riayet olunan usul ve kaidelerini bozmak suretiyle hainlik ve tecavüz eylemesin.
                                 
 Her kim ki,  bilumum mezkûr vakıflara bizzat zarar[17] vermeye niyet eder veya Allah’tan çekinmeyip zarar kasdeden bir kimseye yardım eder veya destek olursa ve vakıflarda bazı hususların noksanlaştınlmasına ve bozulmasına bizzat veya dolayısıyla sebep olursa, muhakkak ki ahirete Allah’ın gazabiyle döner, onun varacağı yer de cehennemdir. Bu gibilerin, bütün amelleri hükümsüz bırakılarak daimi azap içinde sürünecekleri yer mahrumiyet vadisidir. Bunlar, (Dünya hayatında iyi iş yaptıklarını sanarak iş ve amelleri dalalete giden ve işlerinde zarara uğrayanlardan oldu) anlamındaki ayet-i kerimenin buyruğuna uygun olarak, dünyada zalimler grubundan sayılsınlar; ahirette de azap ve ikaba duçar olanlarla haşrolup, amelleri yok ve hükümsüz olsun. Her halleri mazbut olmayıp, kusurlu olarak rahman olan Allah’ın rahmetinden uzak olsun ve bağışından kovulup, mahrumiyet vadisinde peşi peşine gelen ikablar ve rüsvaylık yollarında münaveben azaplarla azap olsunla
r. “  Ne kötü bir beddua değil mi ? Bunun vebalini taşımak kolay mı ?  
   
 “ Türkmen Ahi Şatır Hacı Mustafa Cami Şerif-i Vakfı “ bugün maalesef mevcut değildir.18. yy ortalarında kurulduğu cami ile birlikte müştemilatı (imam evi, gasilhane, şadırvan, hela, depo, bahçe ve vb.) ve cami haziresi bir bütün halinde değildir. “ Türkmen Mahallesi Ünlü ve Güven sokaklarının kesiştiği köşede”  yer alan sadece küçük bir cami, hela ve arkasında küçük bir bahçe vardır. Bahçede aslında hazirenin kaldırılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bizim araştırmalarımızda bu bölgede “ bir ahi dergâhı ve bir medrese” nin varlığı görülmektedir ancak bunlar da bugün mevcut değildir.    
                                    
Türkmen Camisi ; “  kareye yakın bir plana sahip[18] olup kuzeyinde son cemaat yeri ve kuzeybatısındaki minareden ibarettir. İnşasında taş ve tuğla kullanılan eser özgün değildir ve köklü onarımlar görmüştür.”  1950 li yıllarda minare ve kubbe tadilatı yapılmış, son cemaat yeri eklenmiş, 1985-90 yılları arasında minberi, tavanı, kadınlar mahfili ve son cemaat yeri yenilenmiş, 1995 yılında ise mihrabı çini ile kaplanmıştır. Üzeri Marsilya kiremitleri ile kaplı kırma çatıya sahip caminin önceden son cemaat yerinin olmadığı, ihtiyaç üzerine sonradan eklendiği yöre halkınca söylenmektedir. Eklenen son cemaat yeri camekânlı iken tekrar değiştirilmiş, tuğla kaplamalı duvarlar ve yuvarlak kemerli giriş ve pencerelerle modern bir görünüşe dönüştürülmüştür.
                                  
Doğu ve Batı cephelerinde altta iki adet dikdörtgen şekilli, üstte basık kemerli iki adet tepe penceresi mevcuttur.”  Güney cephesinde mihrap duvarı dışarı taşmıştır. Harimde mihrap dışında minber, vaaz kürsüsü ve belli bir yüksekliğe kadar güney duvarı Kütahya çinisi ile kaplanmıştır. İnşa kitabesi bulunmayan Türkmen cami, “  Vakıflar Genel Müdürlüğü Kütük Defterine 0906-811-005 numara”  ile kayıtlıdır. Caminin tarihi bu kayıtta 18. yüzyıl olarak yer almaktadır. Kuşadası’nın Osmanlı döneminden kalan beş (5) tarihi camisinden biri olan Türkmen camisi aslında bir vakıf tarafından yaptırılan ibadethanedir.
                                  
1930-1950 yılları arasında ülkemizin tamamında maalesef “ Latin alfabesine “ geçilen sancılı dönem, iyi yönetilememiş ve “ asarı-ı atika, eski Türkçe eserler”  depolara atılmış ve bir nesil sonra bu eserleri okuyacak kimseler kalmadığından yok olup gitmişlerdir. Kuşadası ’da bu sancılı dönemde adeta “ kent hafızasını “ kendi elleriyle yok etmiş, başta vakıf eserleri olmak üzere ecdat yadigârı eserler ve gayr-i Müslimlerin binaları da yerle yeksan edilmiştir. Bugün “ iğneyle kuyu kazar”  gibi çabaladığımız ve yerlerini/kayıtlarını aradığımız bu güzide eserleri geri getirmek artık imkânsızdır. Yazımızı “ Baki kalan kubbede hoş bir sada imiş “ vecizesiyle noktayalım.
 
------------------------------------------------------------------------------------------ 
 
Kaynakça
 
Abdullah Turan, K. S. (2015 Cilt 8 Sayı 41). Türk Dünyasında Kültür Sosyal Dayanışma ve Birlik Köprüsü Olarak Ahilik Teşkilatı. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 598-599.
Anaonim. (2020, Mayıs 27). Meşe Palamudunda Dış Talep Yoğun Üretim Yetersiz. Memurlar Net: www.memurlar.net adresinden alınmıştır
Ateş, İ. (1983). Vakfiyelerde Dualar ve Beddualar. Vakıflar Dergisi, 5-54.
BOA. (15 Ramazan 1206). C. MF. 0034 1670 001. Cumhurbaşkanlığı Devlet Osmanlı Arşivleri.
BOA. (29 Safer 1230). C. İKTS . 29 1426 . Cumhurbaşkanlığı Devlet Osmanlı Arşivleri.
BOA. (29 Şaban 1234). C. İKTS . 03 121. Cumhurbaşkanlığı Devlet Osmanlı Arşivleri.
Çağatay, N. (1974). Bir Türk Kurumu Olan Ahilik. Ankara: Ankara İlahiyat Fakültesi Yayınları.
Döğüş, S. (2015). Osmanlı Topraklarında Ahi Zaviyeleri ve Şey Edebalı Meselesi. Osmanlı Tarihi Araştırmaları Dergisi, 6.
Erdoğru, M. A. (2016). Kuşadası Tarihine Dair Bir Belge Öküz Mehmet Paşa Vakfiyesi Tıpkı Basım. İzmir: Ege Üniversitesi İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi.
Ergül, A. (2010 Şubat Sayısı). Kuşadası'nda Tabakçılık ve Debbağlık. Kuşadası Yerel Tarih Dergisi, 15-16.
İpşirli, M. (2019). Osmanlı'da Vakıf Kurumu ve Öküz Mehmet Paşa Vakıfları . Kuşadası'nın Banisi Öküz Mehmet Paşa (s. 123-124). içinde İzmir: Tibyan Yayıncılık.
Kürüm, M. (2008). Kuşadası ve Köylerinde Mimarlık. Geçmişten Geleceğe Kuşadası Sempozyumu II (s. 170-171). İzmir: Siyah Grafik Matbaacılık.
Özdemir, M. (2007). Türk Kültüründe Dericilik Sanatı. Gazi Üniversitesi Endüstriyel Sanatlar Eğitim Fakültesi Dergisi, 66-82.
Sönmez, E. (2017). 571 Numaralı Evkaf Defterlerine Göre Aydın Vakıfları. Ordu: Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim dalı Yüksek Lisans Tezi.
Şahin, A. (2008). 15. ve 16. yy da Aydın Sancağının Demografik Yapısı. Aydın : Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
Telci, C. (2001). 15-17 yy Ania Karyesinden Kuşadası Kazasına . Geçmişten Geleceğe Kuşadası Sempozyumu I (s. 223). İzmir: Meta Basım .
Yücel Dağlı, S. A. (2013 Cilt 9). Kuşadası Kazası, Evliya Çelebi Seyahatnamesi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
 

[1] Yücel Dağlı S. Ali Kahraman Robert Dankoff, Kuşadası Kazası, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2013, Cilt 9, s 88

[2] Mehmet Akif Erdoğru, Kuşadası Tarihine Dair Bir Belge Öküz Mehmet Paşa Vakfiyesi Tıpkı Basım, Ege Üniversitesi İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları, İzmir 2016, s 2

[3] Ahmet Şahin , 15.ve 16. yy da Aydın Sancağının Demografik Yapısı, Adnan Menderes Üniversitesi  Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Aydın 2008, s 153

[4] Cahit Telci, 15-17.yy Ania Karyesinden Kuşadası Kazasına, Geçmişten Geleceğe Kuşadası Sempozyumu I, Meta Basım, İzmir 2001, s 223

[5] Abdullah Turan- Kudret Safa Gümüş, Türk Dünyasında Kültür Sosyal Dayanışma ve Birlik Köprüsü  Olarak Ahilik teşkilatı, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, İstanbul 2015, Cilt 8 sayı 41, s 598-599

[6] Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1974, s 94

[7] Selahattin Döğüş, Osmanlı Topraklarında Ahi Zaviyeleri ve Şeyh Edebali Meselesi, Osmanlı Tarihi Araştırmaları Dergisi, Ankara 2015, s 6

[8]  Emine Sönmez, 571 Numaralı Evkaf Defterine Göre Aydın Vakıfları, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, Ordu 2017, s 50

[9] BOA, C.İKTS, 29 1426, 29 Safer 1230

[11] BOA, C.İKTS, 03  121, 29 Şaban 1234 

[12] Melda Özdemir, Türk Kültüründe Dericilik Sanatı, Gazi Üniversitesi Endüstriyel Sanatlar Eğitim Fakültesi Dergisi, Ankara 2007, Sayı 20, s 66-82

[13] Ali Ergül, Kuşadasında Tabakçılık ve Debbağlık, Kuşadası Yerel Tarih Dergisi, Kuşadası 2010 Şubat sayısı, s 15-16

[14] BOA, C.MF, 0034, 1670, 001, 15 Ramazan 1206

[15] Mehmet İpşirli, Osmanlı’da Vakıf Kurumu ve Öküz Mehmet Paşa Vakıfları, Kuşadası’nın banisi Öküz Mehmet Paşa,  Tibyan yayıncılık, İzmir  2019,s 123-124

[16] İbrahim Ateş, Vakfiyelerde Dua ve Beddualar, Vakıflar Dergisi, Ankara 1983, Sayı 17, s 5-54

[17] İbrahim Ateş, Vakfiyelerde Dua ve Beddualar, a., g., m.

[18] Mükerrem Kürüm, Kuşadası  ve Köylerinde Mimarlık,  II. Geçmişten geleceğe Kuşadası Sempozyumu, Siyah Grafik Matbaacılık, İzmir  2008, s 70-171


Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam144
Toplam Ziyaret353618
Köşe Yazıları
Hava Durumu